Vasatın doğuşunu anlatmaya çalışacağım. Ama önce ortalama insanı anlatmam gerek. Bendeniz de ortalama bir insan olduğum için ortalama insanı yakinen tanıdığımı düşünüyorum. Bizim birbirinden ilginç, çelişkilerle dolu, tuhaf, türlü huylarımız vardır.
Bir kere biz, kendimizi diğerlerinden zeki zannederiz.
Aslında birbirimizden daha zeki olduğumuza fena hâlde inanmış haldeyiz. Bunu
sahte bir tevazuyla kapatmaya çalışmamızın nedeni, başkalarının egoları
tarafından eleştirilme korkumuzdur. Birbirine kapıda yol vermek için saatlerce
istirham eden, eğilip bükülen salon beyefendileri gibiyiz. Yol veren kişi
olmaktaki ısrarımız, yol veren kişinin alçakgönüllülüğü mertebesine çıkabilmek
içindir. Kendimizden seve seve vazgeçebiliriz ama tek bir şartla… Vazgeçişimiz
kendimizin altını çizmelidir kırmızı kalemle. Yani aslında daha büyük bir övgü
için küçülmeye hazırız biz, ortalama insanlar olarak. İşte romantizmden
anladığımız budur bizim.. İntihar, romantizmin doğuşudur bizde.
Sonra egolarımız o kadar şişkindir ki, bu kocaman, yağlı
göbeği hangi kıyafetle kapatacağımızı arar dururuz. Bu bazen tevazudur, bazen
kendi yokluğumuzu sunarak karşı tarafı cezalandırma arzusudur, bazen de etrafça
görgülü görünüşümüzün takdirini toplamış olmaktan duyduğumuz gizli hazdır. Aynı
haz, etrafça takdir edilme gereksinimini küçümsemekten doğan hırpani
davranışlarda da gizlidir.
Hepsi, egomuzun emirlerini yerine getirip kendi varlığımızı
örtük bir hâlde şişirmek için bulduğumuz karmaşık, sahte, “medeni”
kamuflajlardır. Egomuzu “usulüne uygun” olarak örtük şekilde okşamamıza yarayan
ve medeniyet olarak adlandırdığımız toplumsal kamuflaj sanatının inceliklerini
çok iyi biliriz. Biz var ya biz… Biz ortalama insanlar çok anasının gözüyüz.
Dahası hepimiz aynı kumpanyanın oyuncuları olduğumuz için
birbirimizi daha ilk görüşte tanırız. Birbirimizi tanımamızın amacı, tanımazdan
gelebilmek ve yok sayabilmektir. Karşımızdaki ne kadar yok sayılırsa bizim
egomuza o kadar çok yer açılır. “İşte,
daha zeki ve büyük olduğum bir insanla daha karşılaştım” deriz her gün
birbirimize. Sonra neden daha zeki ve önemli olduğumuzu örtük olarak karşı
tarafa ispatlamanın, kendimizi karşı tarafa yükleyebilmenin yukarıda
bahsettiğim incelikli ve gerekçelendirilmiş “haklı” yollarını buluruz. Karşımızdakinin
gerçekte ne gibi yönlerinin olduğuyla hemen hemen hiç ilgilenmeyiz.
Hafazanallah, belki bizden “iyi” ve zeki birisi olabilir bu kişi… Böyle olursa
rahatsız oluruz. Tam da bu nedenden ötürü inşa edip içinde yaşadığımız sevgili
Vasathane’mizi asla terk etmek istemeyiz. Birbirimizin aynılığının sığlığını
doyasıya yaşarız.
Vasathane dışına çıkmaya korkarız. Çünkü özgüvenimizin ne
denli kof olduğunu biliriz ve ortaya çıkmasından korkarız. Biz ancak bizim gibi
vasatların olduğu bir köyde kendimizi diğerlerinden üstün tutabiliriz. Amma ve
lâkin, vasathanenin ne kadar vasat olduğundan da yakınmayı ihmal etmeyiz.
Vasathane bizim gibiler için fazla vasattır. Biz vasatlar, vasat olmayanı
yüceltmekle de vasatlaşırız. Biz sofistike vasatlarız. Banallikten nefret etme
banalliğine bayılırız. Sütlü kahve değil, Latte içeriz.
Hayatın vasatlığından yakınırız ama insanların vasatlığından
nefret ederiz. Vasat bir insandan daha mide bulandırıcı bir şey yoktur biz
ortalama insanlar için. Kendi şişkin egolarımıza saplayamadığımız iğneyi
başkalarına çuvaldız olarak batırırız.
Kendi hata ve eksikliklerimizi başkalarında gördüğümüzde o
kişiyi en acımazsızca eleştiren olmak için birbirimizi çiğneriz. Dedikodunun
doğuşu vasatlıktır. Dedikodu hasta ruhlarımız için icat ettiğimiz en iyi
psikoterapidir. Biri yalnızca insan olduğu için bir hata mı yaptı, vasathaneye
yakışmayan bir sivrilikte mi bulundu? Aman diyim. Anasından emdiği sütü
burnundan getirtir, sonra o sütle Latte’mizi içeriz. Neye uğradığını şaşırır.
Onu ne kadar sert yargılarsak, o kadar anti-O oluruz. Yalan mı söyledi? Ooovvv…
Hemen dünyanın en dürüst insanı olduğumuzu ispatlamak için bir fırsat doğmuştur
egomuza. Karısını mı aldattı? “Ah, şu dünyada ne şerefsizler var azizim. Keşke
herkes bizim gibi şerefli olabilse…”
İşimize gelince vasathane nüfusuna karışıp aynılaşmanın
konforunu yaşarız. İşimize gelince de bizi gizleyen ve konfor sunan bu
kalabalığı basit bir “sürü” olarak niteleyip ikiyüzlülükle ondan çıkmaya
çalışırız. Oysaki herkesin “ayrışma çabasıyla” aynılaştığını, vasatlığın
ruhunun bu olduğunu göremeyiz çokluk. Yine de tüm itişkakışına rağmen Vasathane’deki
hayat, yalnızlıktan kolaydır. Çünkü Vasathane bir sözler cumhuriyetidir.
İstediğimiz sözü duyar, istediğimizi sözü sarf eder, istemediğimiz sözlereyse
kulak tıkayabiliriz.
Gelgelelim, yalnızlık zordur. Çünkü harbidir. Simülasyon
yoktur. Sözler cumhuriyeti değildir. O yana, bu yana itip egona yer açmanı
sağlayacak sözcükler yoktur etrafta. Dilsizlik cumhuriyetidir yalnızlık. Kendini
kandıramazsın. Tutup bir “kahve” ısmarlatamazsın kendine.
-
Latte mi istedin? Çay var aslanım. İçersen…
Çaydan, kendimizden kaçamayız yalnızlıkta. Biribirimizin
hakkından pekala gelebilirken, kendimizle başa çıkmaktan korkarız.
Aslında kendi ağırlığımızın altından kalkamayacağımızı
bildiğimiz içindir ki, Vasathane’ye girip orada kendimizi, egomuzu insanlara
yükleriz. Herkes birbirinin dayanılmaz ağırlığını altı okka etmek üzere
toplumsal bir uzlaşıya varmıştır Vasathane’de. İşte biz ortalama insanlar bunu
çok iyi biliriz. Kendi cesedimizi ruhumuza yüklenip taşımaktansa, Vasathane’de el
ele birbirizi taşırız, çürüyerek.