Pazar, Şubat 24

Vasatın doğuşu ve Vasathane


Vasatın doğuşunu anlatmaya çalışacağım. Ama önce ortalama insanı anlatmam gerek. Bendeniz de ortalama bir insan olduğum için ortalama insanı yakinen tanıdığımı düşünüyorum. Bizim birbirinden ilginç, çelişkilerle dolu, tuhaf, türlü huylarımız vardır.

Bir kere biz, kendimizi diğerlerinden zeki zannederiz. Aslında birbirimizden daha zeki olduğumuza fena hâlde inanmış haldeyiz. Bunu sahte bir tevazuyla kapatmaya çalışmamızın nedeni, başkalarının egoları tarafından eleştirilme korkumuzdur. Birbirine kapıda yol vermek için saatlerce istirham eden, eğilip bükülen salon beyefendileri gibiyiz. Yol veren kişi olmaktaki ısrarımız, yol veren kişinin alçakgönüllülüğü mertebesine çıkabilmek içindir. Kendimizden seve seve vazgeçebiliriz ama tek bir şartla… Vazgeçişimiz kendimizin altını çizmelidir kırmızı kalemle. Yani aslında daha büyük bir övgü için küçülmeye hazırız biz, ortalama insanlar olarak. İşte romantizmden anladığımız budur bizim.. İntihar, romantizmin doğuşudur bizde. 

Sonra egolarımız o kadar şişkindir ki, bu kocaman, yağlı göbeği hangi kıyafetle kapatacağımızı arar dururuz. Bu bazen tevazudur, bazen kendi yokluğumuzu sunarak karşı tarafı cezalandırma arzusudur, bazen de etrafça görgülü görünüşümüzün takdirini toplamış olmaktan duyduğumuz gizli hazdır. Aynı haz, etrafça takdir edilme gereksinimini küçümsemekten doğan hırpani davranışlarda da gizlidir.

Hepsi, egomuzun emirlerini yerine getirip kendi varlığımızı örtük bir hâlde şişirmek için bulduğumuz karmaşık, sahte, “medeni” kamuflajlardır. Egomuzu “usulüne uygun” olarak örtük şekilde okşamamıza yarayan ve medeniyet olarak adlandırdığımız toplumsal kamuflaj sanatının inceliklerini çok iyi biliriz. Biz var ya biz… Biz ortalama insanlar çok anasının gözüyüz.

Dahası hepimiz aynı kumpanyanın oyuncuları olduğumuz için birbirimizi daha ilk görüşte tanırız. Birbirimizi tanımamızın amacı, tanımazdan gelebilmek ve yok sayabilmektir. Karşımızdaki ne kadar yok sayılırsa bizim egomuza o kadar çok yer açılır.  “İşte, daha zeki ve büyük olduğum bir insanla daha karşılaştım” deriz her gün birbirimize. Sonra neden daha zeki ve önemli olduğumuzu örtük olarak karşı tarafa ispatlamanın, kendimizi karşı tarafa yükleyebilmenin yukarıda bahsettiğim incelikli ve gerekçelendirilmiş “haklı” yollarını buluruz. Karşımızdakinin gerçekte ne gibi yönlerinin olduğuyla hemen hemen hiç ilgilenmeyiz. Hafazanallah, belki bizden “iyi” ve zeki birisi olabilir bu kişi… Böyle olursa rahatsız oluruz. Tam da bu nedenden ötürü inşa edip içinde yaşadığımız sevgili Vasathane’mizi asla terk etmek istemeyiz. Birbirimizin aynılığının sığlığını doyasıya yaşarız. 

Vasathane dışına çıkmaya korkarız. Çünkü özgüvenimizin ne denli kof olduğunu biliriz ve ortaya çıkmasından korkarız. Biz ancak bizim gibi vasatların olduğu bir köyde kendimizi diğerlerinden üstün tutabiliriz. Amma ve lâkin, vasathanenin ne kadar vasat olduğundan da yakınmayı ihmal etmeyiz. Vasathane bizim gibiler için fazla vasattır. Biz vasatlar, vasat olmayanı yüceltmekle de vasatlaşırız. Biz sofistike vasatlarız. Banallikten nefret etme banalliğine bayılırız. Sütlü kahve değil, Latte içeriz. 

Hayatın vasatlığından yakınırız ama insanların vasatlığından nefret ederiz. Vasat bir insandan daha mide bulandırıcı bir şey yoktur biz ortalama insanlar için. Kendi şişkin egolarımıza saplayamadığımız iğneyi başkalarına çuvaldız olarak batırırız. 

Kendi hata ve eksikliklerimizi başkalarında gördüğümüzde o kişiyi en acımazsızca eleştiren olmak için birbirimizi çiğneriz. Dedikodunun doğuşu vasatlıktır. Dedikodu hasta ruhlarımız için icat ettiğimiz en iyi psikoterapidir. Biri yalnızca insan olduğu için bir hata mı yaptı, vasathaneye yakışmayan bir sivrilikte mi bulundu? Aman diyim. Anasından emdiği sütü burnundan getirtir, sonra o sütle Latte’mizi içeriz. Neye uğradığını şaşırır. Onu ne kadar sert yargılarsak, o kadar anti-O oluruz. Yalan mı söyledi? Ooovvv… Hemen dünyanın en dürüst insanı olduğumuzu ispatlamak için bir fırsat doğmuştur egomuza. Karısını mı aldattı? “Ah, şu dünyada ne şerefsizler var azizim. Keşke herkes bizim gibi şerefli olabilse…” 

İşimize gelince vasathane nüfusuna karışıp aynılaşmanın konforunu yaşarız. İşimize gelince de bizi gizleyen ve konfor sunan bu kalabalığı basit bir “sürü” olarak niteleyip ikiyüzlülükle ondan çıkmaya çalışırız. Oysaki herkesin “ayrışma çabasıyla” aynılaştığını, vasatlığın ruhunun bu olduğunu göremeyiz çokluk. Yine de tüm itişkakışına rağmen Vasathane’deki hayat, yalnızlıktan kolaydır. Çünkü Vasathane bir sözler cumhuriyetidir. İstediğimiz sözü duyar, istediğimizi sözü sarf eder, istemediğimiz sözlereyse kulak tıkayabiliriz.
Gelgelelim, yalnızlık zordur. Çünkü harbidir. Simülasyon yoktur. Sözler cumhuriyeti değildir. O yana, bu yana itip egona yer açmanı sağlayacak sözcükler yoktur etrafta. Dilsizlik cumhuriyetidir yalnızlık. Kendini kandıramazsın. Tutup bir “kahve” ısmarlatamazsın kendine.

-          Latte mi istedin? Çay var aslanım. İçersen… 

Çaydan, kendimizden kaçamayız yalnızlıkta. Biribirimizin hakkından pekala gelebilirken, kendimizle başa çıkmaktan korkarız.
Aslında kendi ağırlığımızın altından kalkamayacağımızı bildiğimiz içindir ki, Vasathane’ye girip orada kendimizi, egomuzu insanlara yükleriz. Herkes birbirinin dayanılmaz ağırlığını altı okka etmek üzere toplumsal bir uzlaşıya varmıştır Vasathane’de. İşte biz ortalama insanlar bunu çok iyi biliriz. Kendi cesedimizi ruhumuza yüklenip taşımaktansa, Vasathane’de el ele birbirizi taşırız, çürüyerek.