Perşembe, Nisan 18

alkollü hikaye



Kumbaracı’da, bizim Barış’ın oturduğu apartmanın ta çatısında, kiremitlerinde oturuyorduk. Kiremitler sıcaktı. Güneş Topkapı taraflarında batıyordu . Bira ısınır, sidik gibi olur diye şarap almıştık. Şişeleri elden ele geçirip dikiyorduk. Arada bir rüzgar esiyor, gömleğime doluyor, iman tahtamı serinletiyordu. Yokuş aşağı bisikletle iner gibi... Otuzunu geçmiş beş sap için biraz fazla öğrenci tipiydi vaziyet belki. Belki de otuza hiç gelememiştik. Bilmiyorum. Şişe bana döndü. Sanki şişe değil mikrofon bana gelmiş gibi bir fırt çektim. Sonra gelecek zamana doldurulmuş bir teyp kaydı gibi konuştum öyle kendi kendime.

-           - Bazen hayatın uzun süren bir salı olduğunu düşünüyorum. Kainatın ortasında, öylesine sapa bir gün belki de sürüp süreceğim ömür. Sanki elimden gelenin en iyisini yapıp ölsem ancak çarşamba olacak. Bu yani. Öldük ulan. Çarşamba mı oldu anca?

-           - Niyet çekmek gibi mi? Kura çektik, sana çıktık kafası…

-           - He lan… Öyle. Ben salıyı çektim sanki. Az doğrulup bakıyorum, cuma gününde olanlar var işte şurada. Şurada bir pezevenk, yatında, Cumartesi her gün ona… Ne bileyim lan. Belki de bizim gibileri Salıları doldurmak için üretiyorlardır. “Aman Salılar boş kalmasın, tıkın şu hıyarları Salı’ya”. Sonra bileşik kaplar misali işte: Salı dolacak, Çarşamba dolacak, Perşembe filan derken bir grup lavuk da bir hafta önceden rezerve ettikleri Cuma’daki yerlerini alacak. 

Şişeyi devrettim. 

-          - Oğlum lan, senin âşık olasın gelmiş, dedi Göko. 

-           - Yani o da olabilir tabi moruk. Ama güzel bir şeyin olmasını bekliyor insan. Günler öyle yük vagonu gibi geçip gidiyor, ağır aksak.

-           - Öküz gibiyiz aslında. Şu tren mevzuu var ya… Bir yerde doğru. Öküz gibi bakıyoruz hayata, izliyoruz. Sanki doğru vagonu bulunca atlayacağız. Doğru bir an varmış gibi düşünüyoruz belki de. Doğru ânı beklerken tren siktir olup gidiyor işte. Korkağız bence, dedi Barış. Öyle alıştırılmışız. Otunu ye, treni izle.

-           - Aaa, iyimiş lan bu laf. “Otunu ye, treni izle.” Bunu aslında stencil yapacan. Basacan duvara… dedi Turan.

-           - Sistem eleştirisi. Sonra büyük bir uyanış başlayacak… diye taşak geçti Prodromakis gözlerini kısarak. Ki biz ona Maki derdik herkes gibi kısaca; ya da anası gibi…Aynı sistem eleştirisi çıkmazını konuşa konuşa biz de bıkmıştık aslında. Sonra bizim Günyol aldı mikrofonu eline. O da bir fırt çekti:

-           - Oğlum ben öyle ümitsiz bakmıyorum mevzuya, dedi. Sonuçta istersen Cuma’yı da yaşarsın. Kendin pişir, kendin ye… Bir Salı yaparsın kendine, Cuma’ya beş basar… Al işte… Hayvan gibi manzara var karşımızda. Boru mu? İçiyoruz dünyanın en güzel şehrinde. İstanbul’un beyaz memeli gerdanına bakarak. Kaç kişi yapıyor şimdi bunu?

-          - Ulan o da olmasa ölelim be!

-   Yok lan. Nasıl baktığınla ilgili bence, diye devam etti Günyol. Bence hayat bana doğru gelmiyor. Ben hayata doğru gidiyorum... Tren geçmiyor yani. Tren benim. Sanki bölüm bölüm, kısa öyküler gibi çuf çuf gidiyorum Tolgaaabi. Geçen öyle bir şey karalamıştım. Bir kızla, bir adam… Sigara paketinin kıçına vurup bir dal çıkarttı. Sonra devam etti… “Meğer bunlar kısa öyküymüş. İkisi bir kısa öykü oluşturuyor.”

-           - Ulan şu senin Selin hikayesini mi yazdın?

-           - Yahu Selin, Melin değil mesele. Evet, kendi ilişkimden esinlendik tabi. Ama bu ikisi baştan biliyorlar mesela ancak kısa bir öykü olacaklarını…

-           - Eee? Oğlum bir kadını kısa öykü yaşamaya nasıl ikna edicen?

-           - Ne alakası var lan, aşağılama kadınları.

-           - Aşağılamıyoruz oğlum. Kadınların kafası kısa öykü değil, masal şeklinde çalışır. Beyaz atlı prens gelir, bu zaten babasının prensesi… Doğru adamın kucağına atlar filan falan mevzuu… “At”lar diyorum bak… Dikkatini öperim. Tırnak içinde.

-           - Tırnağını yesinler oğlum öyle balta kadınlardan bahsetmiyorum ben.

Ben mikrofon gelmeden lafa girdim:
-           - Valla moruk dedim, bence kadınların birincil motivasyonu güvenlik. Güce tapıyor lan resmen bunlar. Genetik... Sonuçta ayrı bir tür bunlar. Korunma, barınma, güçlüden, zekiden üreme… Patrona vereyim, sahnedekine vereyim, ünlüye vereyim, zengin olsun, şöyle olsun, böyle olsun filan. İlk hedef de evlenmek. Yalnız kalmamak. Terk edilmemek. Bir garanti arayışı var yani. Mesela çık İstiklal’e bak. Bir sürü lavuk, kollarını kız arkadaşlarının boynuna atmış. Sanki tarlada öküz çekiyor boyundurukla. Gırtlağına kadar sarmış kolunu. Mesela bu bir davranış motifi. Çok sık görüyorum. Kadın da darlanmıyor yani, “çeksene!” filan yok. Öyle geziyor, o kolun altında, sarmalanmışlık hissiyle…

-           - Yahu konuyu nerden nereye getirdiniz amına koyim. Ne alakası var şimdi. Öküzle, tarlayla…

-           - Alla halla, kısa öykü dedin, masal dedik biz de işte. Sebebini anlattık. Ama bence kadın yerleşik düzen, erkek göçebe.

-           - Her neyse lan. Konu o değil... Bu ikisi baştan biliyorlar kısa öykü olacaklarını. İkisini topla, anca kısa öykü ediyor yani…

-           - Oğlum biliyoruz lan sizin hikayeyi. Harbi kısa öykü. Deneysel. 

-           - Yahu dur oğlum, siktirtme şimdi deneyselini. Laf anlatıyoruz.

-           - Eeeh, iyi be anlat o zaman.

-           -    İşte bunlar kısa öykü oluyorlar. Sonra öykü bitiyor haliyle. Yeni bir öykü başlıyor. Demem o ki, hayat böyle böyle kısa öyküler zinciri işte... Günyol devam diyordu. Dinledik… “Yani hayat geçmiyor. Her gün, her ay yeni bir bölüm. Biz hayatın içinden geçiyoruz…” 

Hangi hayvandı hatırlamıyorum; höpürtülü bir fırt çekildi şaraptan.

-          - Yeni bir bölüm de moruk… Öyle olunca da “ben tekim, siz hepiniz…” kafası oluyor. Yani biz de mi şimdi kısa hikayeyiz senin hayatında? Her bok böyle kısa öykü olarak, ne bileyim, dizi gibi geçip gidiyorsa, hayatında hiçbir şey birikmiyor demek, dedi Maki. Yani biz de o zaman senin hayatında bir bölümüz amına koyim. Ohh, koy koy izle!

Kahkah, kehkeh makaraları koyverdik. Ama ilginç bir tespitti harbiden. Hak verdim ben de:

-           - Hayatı diziler olarak ele almak müthiş bir yalnızlık ister barocum. Donkişot vaziyeti…
-           - E, yalnızız lan zaten, dedi Günyol. Ben öleceğim, Maki ölecek, sen ölecen, o ölecek, bu adam ölecek... Birer birer sileceğiz işte isimlerimizi. Hani şu Amelie’de vardı ya yaşlı amca. Gelmiş 80 yaşına. Telefon defteri çizik içinde. Cenazesine gidip gömüyor bir dostunu ve adını siliyor defterden. Öyle gideceğiz işte. Artık kim kimin cenazesine gelebilirse…Gelirse demiyorum bak! Gelebilirse…

Bombok olduk. Herkes kendini bu ağaçta son kalan yaprak olarak düşündü. Bir taraftan çok pis kızarmış balık kokusu geliyordu. Apartman boşluğuna bakan bir mutfak penceresinden… Serin bir rüzgar esip, hepimizi ürpertti. Ölmek sorun değil. Çam kokulu bir kutuda kendini böceklerle paylaşırsın. Sonra sen o böcekler olur, onları yersin. Sonra arkadaşların üstüne rakıydı, votkaydı, şaraptı, ne varsa onu dökerler. Kafası güzel böcekler olursun. Kökler yersin. Çiçekler olursun. Biri tutar yolar seni. Yeni sevişmiş bir kızın saçında olursun. Başkasının manitasının memelerine bakarsın; şanslıysan memesi, götü sağlamdır... Bakarsın da bakarsın, olursun da olursun hem de olmadan, bedavadan… Amma ve lâkin bakiye olmak beterdir. Çünkü o yalnızlık da değildir artık. Yapayalnızlıktır. Hani tuvalet kağıdıyla, sinekle, çiçeklerle filan konuşursun... Resimlere laf atarsın konsoldaki. “Evde ses olsun” diye radyo açarsın… “Eee, filan filan efendi?..” diye kendine hitap eder, sandalyeyi çekersin. Velhasıl içkini içersin sardunyalara bakıp.
Şimdi artık anca yarısı dolu olan çift kişilik yatakta, üstüne oturulmuş gayda gibi osuruvermenin rahatlığı içini ezer. “Keşke utanacağım bir sevgilim, karım olaydı da kalkıp uyku sersemi helada osuraydım” dersin. Yemin billah edersin hatta: ‘uykudayken kazara osurmuşum’ mazeretine sığınmayacağına… Ben bu iç hesaplarla çalkalanırken Turan lafa girdi.

-         Valla dedi, ben o kadar yalnız kalacağımızı hiç sanmıyorum. Elbet bir gün evleneceğiz. Bu karılar nasıl olsa hepimizi gömer. O zamana kadar da işte torunla tombalakla uğraşırız. 

-           - E, n’oldu şimdi diye atladı Günyol derhal. Al işte… Hepimiz yalnız kalmaktan korkuyoruz. Sonra da kadınlar güvenlik ister, evlilik ister, şunu ister, bunu ister…

-           - Oğlum, biz de yalnızlıktan korkuyoruz elbet. Ama koala gibi tutunmuyoruz. Çanakkale gibi işte... Taaruz başlayınca kimi siperde kalır, kimi koşar. Siperde kalan da korkar, koşan da korkar. Korkar ama koşar. Bizim olayımız bu. Zaten bence biraz da buna hasta oluyorlar.

-         Doğru dedin moruk!, diye girdi Barış araya. Koşan adama âşık oluyor bunlar. Sonra “gel siperde duralım” diye yanlarına çekiyorlar. 

-         Evet moruk. Sonra siperde zaman geçerken, aaa o da ne? Bir babayiğit taaruza geçmiş, koşuyor. Hoop, ona âşık oluveriyorlar. 

-           - Budur vaziyet! Ondan sonra neymiş, “Baban antropoza girdi.” Adam zaten koşucuydu. Gene koşmak istemiş az mı?
-           - E siktirip olup gideydi o zaman sen 13 yaşındayken başka karıya da göreydim seni! diye sokuverdi lafı Günyol.

Bizim Göko uzundur martı izliyordu. Sonra tuhaf, anosonlu bir denizden uyanmış da karaya çıkmış Gülüver gibi kollarını bağladı; yorgun.
-           - Valla ben sona kalırsam rakıyla intihar ederim... Zaten ailede şeker var. Bana da geçmiştir kesin. Yapıştırırım bir 70’lik. Sadakallahülaziiiiiim!.. Nasıl bilirdiniz?

-           - Valla götün tekiydi pezevenk!
Yine gülüştük. Kızartma balık kokusunun üstüne bir de radyo işittik: Koparan sineme ağyar eyleme… 

-         Yalnız şaka maka birileri çok pis rakıya duruyor moruk, dedi Maki. Çatıda sesin olduğu yere doğru ağır adımlarla yürüdü, kiremitleri kırmamak isteyerek. Boynunu uzatıp martı gibi aşağı bir dikiz attı. Sonra geldi bize doğru, heyecanla ve usulca, ayakları kiremitten yanmış bir yengeç gibi, havadan hafif, zıplayarak: 
       
      -Oğlum, ihtiyarlığımız aşağıda rakı içiyor lan!

-          - Ney? 

-          -Amcamın biri, kendine rakı yapıştırmış, tek başına içiyor işte oğlum terasta…

-          - Neddiyorrrrsuuuun seeen? diye pis pis gülerek ayaklandı Turan.
      
      O tarafa doğru hep birlikte gidip, çatıdan amacanın terasına baktık sessizce. Aydın Boysan gibi bir amca, harbiden rakısını koymuş, turbunu, rokasını ayıklamış demleniyordu. Ortada kızarmış bir mezgit vardı ama pek yüzüne bakmıyordu. Topkapı’ya doğru dalmıştı. Kendimizi büyük bir Cuma’da hissettik.

           - Amca, bi ufak kapıp gelelim, öyle yalnız içme! dedi bizim fırlamâkis…

Amca çatı deresinden uzanan kafalarımıza dönüp baktı, gülümsedi. O yaştaki insanların hiçbir şeyi siklemeyen özgüveniyle, sanki iki saattir bizle konuşuyormuş gibi şaşmadan, saat gibi, yağ gibi girdi diyaloğa:
       
        - Bu balık zaten bana fazladır be evladım. Alın da gelin ade!